Saturday, March 9, 2013

Siyah-Beyaz Akşamüstü Yürüyüşleri, Sayı = ?


Ormanda yürüyüş yapar gibi bir halin yoktu. Bir anda önüme çıkmıştın, içi ölmüş bir çınarın benim göremediğim bir tarafından çıkmış ve tam önümde ağır aksak adımlarla yürüyordun. Hareketlerindeki mavi hüzün dışında her şey bir çocuğun üçe kadar sayıp ikiye geri dönmesi gibiydi. Adımlarınla yaprakların düşüşüne ritim tutuyordun. Bembeyaz elbisenin tülden parçaları uçuşuyor, rüzgâr parfümünün yanında teninin kokusunu da taşıyordu. Ayaklarını acıttığından olsa gerek, beyaz rugan ayakkabılarını çıkarıp çıplak ayakla devam ettin yürümeye. Endişeli bir şekilde – biraz uzaktan da olsa – seni takip etmeme aldırmadan…
Seyrek ormanın iyice seyrekleşmeye başladığı bir yerde, masallardaki cadı kazanı gibi kaynayan, üstünden sisi eksik olmayan bir göl vardı ve o göle doğru yürüyordun. Hareketlerin yoğun bir umursamazlığa bulanmış gibiydi.  Göle birkaç adım kala bir kıvılcım çaktı beynimde. Uzaklardan bir yerden bir karga sesi duyuldu, gökyüzünden simsiyah bir kuş tüyü kopup saçlarınla buluştu ve sen acele etmeden göle ilk adımını attın. Sonra ikinci, sonra üçüncü… Sessiz adımlarla beline kadar suya girdiğinde bile ben açıklıktaki son ağacın yanından sana bakıyordum. Sen adım attın, sessizlik çığlık oldu.
Boynuna adar suya batmışken dönüp gülümsedin. Yavaş yavaş eriyip suya karışıyordun. Gök gürledi, şimşek çaktı gözlerimin önünde. Tanrı bu anı ölümsüzleştirmek için fotoğrafımızı çekiyordu. Bu sefer öten yanımdaki çürümüş ağacın dalına konmuş beyaz baykuştu.
Sen eridin. Gözden kayboldun. Kim bilir kaçıncı kez. Ve kim bilir kaçıncı kez adımlarım beni seyrek ağaçlı ormanın içinden eve, ilaçlar ve sessizlikle dolu hayatıma geri taşıdı.


12.10.12
Ankara

Saturday, February 25, 2012

Hariçten Gazel : Yine,yeni, yeniden


- Yaklaşık bir sene önce kısa süreli vedalaştığım okurlarıma, yeniden kavuşmanın verdiği özlemle, tekrar merhaba.

- Kısa süreli bile olsa yazmayı bırakmak, daha doğrusu yazamamak, inanılmaz derecede can sıkıcı bir süreçti ama bir süredir takımdan ayrı düz koşularla eski formuma geri dönmeye çalışıyorum, gerçi anneannemin yazdığım şiirleri okuduktan sonra verdiği “ne biçim şiir bu böyle, hiçbir şey anlaşılmıyor” tepkisi alışma sürecime ket vursa da, “zeki ama şiirleri hiçbir halta benzemeyen çocuk” imajını yıkmak için elimden geleni ardıma koymayarak, hem akıllı, hem uslu, hem de yazdıkları/çizdikleri “anlaşılabilen” bir adam olacağım, şahitsiniz.


- Hazır “anlaşılmaz şiir” konusuna değinmişken aklımı kurcalayan bir konuyu sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu konuyu yazının giriş bölümünde dillendirmek istemedim zira ortalık bir rahatlasın, yazıdan çoktan vazgeçenler, ben bu satırları yazarken çoktan gitmiş olacak olanlar da bizi baş başa bıraksın istedim. Örneğin anneannem sırf hatırım için yazıyı okumaya başladıysa bile çoktan bırakmış ve atv’yi açmıştır, hatta sıklıkla izlediği izdivaç programının kombine biletlilerinden biri çoktan talibini bulmuştur diye tahmin ediyorum. İklim değişmese de, bi’ Akdeniz olmasa da, o şanslı kişi talibine kavuşmuştur bence.

- Bahsedeceğimi müjdeleyip hala daha bahsedemediğim konuya gelince.. Acaba diyorum, bir Cemal Süreya, efendime söyleyeyim bir Edip Cansever, -edebiyatla da sınırlandırmayıp işe sanat perspektifinden bakarsak eğer- bir David Lynch, eserlerini anneannelerine/babaannelerine gösterdiklerinde nasıl bir geri dönüş alıyorlardı? İşte bu konu tam anlamıyla bir muallak.. “Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı!..” örneklemesini anneannemden sadece ben mi işitiyorum yoksa onlar da benzer atasözlerini vaktinde işittiler mi? Örneğin, Ülkü Tamer’in büyükleri “kendini asmış yüz kiloluk bir zenci” dizesini okurken benim anneannem gibi inceden sırıtmışlar mıdır? Yoksa “bu çocukta kurmay kafası var ama şiirlerinden hiçbir şey anlaşılmıyor” diyerek net bir tavır mı takınmışlardır?.. Uzun lafın kısası, keşke her anneanne/babaanne Barış Manço’nun kliplerindeki gibi olsa. (bkz. “Süper Babaanne”)


- İtiraf ediyorum, bende “sarı yahut pembe puntolu film logosu” alerjisi var. Ne zaman bir sinemada yahut billboard’da pembe yahut sarı puntolu film afişi görsem, o filmi izlememeye yemin ediyorum. Bu afişlerde genellikle üç dört oyuncunun kafaları yanyana dizilmiş oluyor. Sağ baştan sayarsak eğer :

1) Başrol olamamış ama izleyicinin “adam gibi adam” yakıştırmasında bulunacağı tip.
2) Esas oğlan ve “esaslaşamamış adam”ın arasında bir türlü tercih yapamayan, filmin “esas kadın”ı. (Güzel ve alımlıdır, muhtemel ihtimal aşkı tesadüflerde arıyordur ve boş zamanlarında yeşil fincanından kahve içiyordur.)
3) “Esas oğlan”.. Duygusal, bir o kadar zengin ve mütevazi, bazı seyircilere “her zengin böyle olsa” dedirttirecek mağrur adam. Böyle dediğime bakmayın, muhtemelen filmin son yirmi dakikasında “esas kadın”la hedeflediği birlikteliği sağlayacaktır.
4) Filmin düşündürmese de güldüren “komik” tipi ki genelde kel ve gömlekli oluyorlar. Rolleri gereği, -filmi izlerken gözyaşlarına hakim olmayan bayanların eşleri de filmden sıkılmasın diye- yüksek oranda güldürüyorlar.

- Bir de baktım ne göreyim, pembe ve sarının yanına açık maviyi eklemeyi unutmuşum. Unutulmamalıdır ki, bir afişte filmin adı açık mavi puntolarla yazılmışsa, o film sarı ve pembe puntolu hemcinslerinden daha da tehlikeli olabilir.

- Bu haftalık da bu kadar olsun, az ve öz olsun.. Yine yeni yazılarla haftaya görüşmek üzere, saygılar, sevgiler..

Sunday, December 11, 2011

Bir İşçi Tarihi Okurken




Thebai'nin yedi geçidini kim inşaa etti?
Kitaplar kralların hikayelerinden ibaret.
Sanki sarp kaya bloklarını krallar taşımış!
Ve Babil, bir çok kez yıkıldı.
Kim her seferinde yeniden inşaa etmiş?
Çin Seddinin bittiği akşam,
Masonlar nereye gitmiş?

Ve kim dikti Görkemli Roma'nın zafer takılarını.
Sezar zaferini kutlarken kimin üzerindeydi.
Bizans ve tüm konut sarayları...
...bir mükemmelliğin içinde değil miydi?

Ve hatta Atlantis efsanesinde,
Denizlerin yükseldiği akşam
Hâlâ kimin için feryat edermiş?
Şu boğulmak üzere olan adam

Genç İskender, Hindistan'ı fethederken
Tek başına mıydı sanki?
Sezar, Galyalıları yenerken.
Bir aşçı dahi yok muydu ordusunda?
Gemisi yok edilen II. Philip ağlarken,
Başka kimse ağlamadı mı yanında?
II. Frederick Yedi Yıl savaşını kazanırken
Zaferi kimler kutladı onunla?


Her bir sayfada, bir başka zafer
Kimdir peki, yayında emeği geçenler?
Her on yılda, bir başka büyük adam...
Kim bahsederki bir kavalcıdan?


Çok fazla soru.
Çok fazla ayrıntı var.



Bertolt Brecht

Çeviri: Ali Başaran

Saturday, November 5, 2011

Biri Var



Orada biri var görüyor musun?

Biraz silik ama tam ışık vuran köşede

Meraklı bakışlarla aranıyor çevrede

Kendisine benzer biri var mı diye



Orada biri var görüyor musun?

Yalnız başına duruyor öylece

Fark edilmeyi bekliyor o solgun bedenle

O kadar köşede ki kaybolmak üzere



Orada biri var görüyor musun?

Uzaktan izliyor kalabalığı sadece

Sanki onlardan gibiymişçesine

Bir o kadarda farklı anlayamadığım şekilde



Orada biri var görüyor musun?

Duyguları gizlemiş siluetini

Onuruyla sıyrılmaya çalışıyor kabuğundan

Cesaretle bakıyor

Hasretiyle sevgi dolu tebessümün

Beklediği hatırlanmak, bencillikten uzak



Orada biri var görüyor musun?

Göremiyorsun değil mi?

Hatta bakmıyorsun bile

Görememekten korkuyorsun belki de...
                              
                                                                                              Yağmur AKGÜN<>

Thursday, November 3, 2011

Demokrat

Demokrat...
Bizim Ayhan Abi de demokrattır; belediyenin çöp kamyonunu sürer. Haftada altı gün çalışır, altıncısının iş çıkışı doğru şaraba gider. Şarap Haydar Emmi'nin bakkalındadır, bakkal da beldenin dış tarafında, çevre yolunun kenarında ücra bir köşededir. Uğrayanı bellidir yani... Cacığın Hüsmen, Çetin Hoca ve Kel Orhan! Bu üç kafadar, her cuma namazdan çıkar çıkmaz soluğu evlerinde alırlar. Ayırdıkları şarap parasından arta kalanı avratlara teslim edip, ağır ağır Haydar Emmi'nin oraya varırlar. Ayhan Abi bekardır; bu yüzden en son O gelir. Nevale yüklenip ırmağın kenarındaki söğütlüğe varılınca, bekarlığı vurur başına ilkin... Kafası iyi olunca, altında oturdukları söğüt Sibel Can gözükür gözüne; bakar ki aslen bu bir düş, "Ulan" der, "kendimize avrat diye kıl dönmesi manyağı bir kıç ısmarladık, bari memleket kelamına varalım iki çift..." diye, sarılır demokratlığa... Ha babam, hu babam derken, sabah olur; bu üç belediye işçisi sızar söğütlüğün orta yerine...


Beldede rivayet olunur ki; bir sabah, söğüdün altında sızmış üç kişinin yanından belediye reisinin makam otomobili geçer. İçinde sadece şoför vardır. Şoför bunları tanıyınca otomobili yakınlarında bir yere çeker, kontağı kapatır. Kapıyı açıp yanlarına varmaya niyetlenirken arabanın ön tamponuna taş gibi bir şey gelir. Derken ikincisi ön camda patlar, üçüncüsü sol aynayı kırar. Şoför olan biteni anlamaya çalışırken araba sallanmaya başlar, sonunda ters çevrilir. Gürültüyü ilkin duyup uyanan Ayhan Abi'dir. "S.ktirin gidin lan, Camal uşakları!" der demez  ötekiler de takılır peşine; kovalarlar beş tane serseriyi. Arabanın içine bakınca ne görsünler; şoför yok! Velhasıl, bunlar da kahvede orda burda olayı anlattıkça, "Sizin kafanız iyiymiş lan, ne işi var reisin arabasının söğütlükte..." diye alay konusu olurlar. "Hem diyelim ki dediğiniz gibi, şoför nereye kaçacak arabanın içinden?" "Yok yok, siz gene şarabı vurmuşsunuz!" Bakarlar çare yok, doğru reise varırlar. Derler sizin araba böyleyken böyle... Tam durumu izah esnasındalarken, şoför odaya girivermesin mi? Elinde kırmızı bir mendil, mendilin içinde de yeni makam arabasının anahtarı! Orada anlarlar şoförün alicengizini, lakin reisin yanında bunu söylemeye yanaşmazlar. Öylelikle çıkarlar, mesele unutulur.


Bir gün Ayhan Abi çöp arabasındayken, aklına dank eder: "Ulan, araba devrildiği yerde durmuyor mu?" Kamyonu "demokrasinin" yani belde binasının önüne çeker, tırmanır merdiveni... Reise varıp, durumu anlatmaya başlar. Baştan sona heyecanla izah eder. İsterse otomobilin oraya götürebileceğini, kendi gözleriyle görebileceğini söyleyince, reis köpürür: "Adem evladı, sen beni şarapçı arkadaşlarınla karıştırdın herhalde! Çık git şuradan, elimden bir kaza çıkmasın..." Şimdi de reisin alicengizi serilmişti ortaya...


Ertesi Cuma gene aynı yere giderler. Ne görsünler? Araba orada olduğu gibi duruyor! Söğütlük beldedeki diğer insanların da piknik yahut içki içme amacıyla sık uğradıkları bir yerdir. Ayhan Abi "Ulan, bu mereti bütün belde gördüyse burada, niye hala bizi yalancı çıkarırlar?" diyince kıyamet kopar. İlkin Çetin Hoca parlar: "Ayhan kardaş, sen de suyunu çıkardın işin! Bırak kim ne iş görüyorsa görüyor?" Ardından Cacığın Hüsmen: "Hoca doğru söyler Ayhan'ım, s.ktir et işine bak sen!" Son darbe Kel Orhan'dan gelir: "Allah kamyonunun tekerine zeval vermeye Ayhan'ım, ne yaptılarsa yaptılar, bozmayalım biz dalgamızı..."


O gece uyuyamaz Ayhan Abi... Bekarlığından mı? Yok, demokratlığından...

Tuesday, November 1, 2011

Sensiz Olmak



Belki var olmamak, sensiz olmaktır.
Öğle ışığını kesen ayrılığın olmadan,
Tıpkı ihtişamlı bir manzarayı kesen mavi bir çiçek gibi.
Yürüyüşünü göremeden yaşamaktır.
Sislerin ve kayalıkların ardından,
Elinde tuttuğun şu meşale olmadan,

Diğerleri değerini anlamayabilir.
Belki de diğerleri inanmazlar,
Güllerin yeni çiçeklenmiş, o parlayan alevli ilk haline.
Ve sonunda, varlığın ve gelişin olmadan,
Aniden, ilham verircesine, sırf beni:
Gül ağacının alevlerini, meltemde savrulan şu buğdayı,
Sırf beni tanımak için.

Sırf bu yüzden anlaşılıyor senden, şu ben ve bizden;
Anlaşılıyor, sen varsın diye ben varken,
Sen ve ben ve biz varolacağız...
           
                                            ...aşk yüzünden



Pablo Neruda


Çeviri: Ali Başaran

Çatlak


Kitapların sararmış yapraklarının fısıltılarını duyuyorum, sarı bir ışık hâkim odaya... Sarının sıcaklığıyla sarılı odanın ortasındaki büyük yatak... Lekeler var üstünde... Kan? Hayır, mürekkep hokkası devrilmiş yatıyor çarşafın üstünde. Birkaç parça kâğıt dinleniyor yerde, kilim pencerenin altına itilmiş perdesiz camdan dolunayı izliyor, sokağın karşısındaki ağaç dallarıyla selamlıyor kilimi. Sarı ışık ulaşamıyor ağaca, ağaç siyah hala.

Düzenli, çok düzenli... Duygusuz bir düzen geldi beyaz ışıkla birlikte. Işığı kapatabilir misin lütfen? Beyazı sevmiyorum ben de, çok keskin, çok iddialı... Masum? Asla, masumiyet bu olamaz... Kaybedeli çok oldu, nasıl emin olabilirsin ki? Bilmiyorum, sen kimsin onu bile bilmiyorum ki. Sarı ışık demiştin nerden geliyordu bu ışık? Duvarlardan birinde çatlaklar vardı. Her duvar çatlar günün birinde. Güvenmemeli miyim yani? Bunu sana ben söyleyemem. Kendin karar vermelisin. Unutma... Neyi? Hey, nerdesin?

Yine sessizlik... Bu sefer karanlık sardı odayı... Fırtına çıkmış olmalı ağaç daha hızlı selamlıyor kilimi. Alt kattan cızırtılı bir ses yükseliyor. Her yerde çatlak var, çatlaklardan odama doluyor notalar... 19.19... Saat bile kendini tekrarlamakla meşgul. ‘Mutluluk yinelenmeye duyulan özlemdir’ demişti Milan Kundera. Saat mutlu dijital haliyle.

Sokaktan çocuk kahkahaları yükseliyor. Keşke susmayı bilseler... Fırtına nerde? Hiç gelmedi ki...

... Susma. Söyleyecek tek kelimem kalmadı sanki. Neden döndün? Hiç gitmedim ki. Mutlusun. Burada evet. Ben de mutluyum o zaman. Biraz şarap?

Kilimin üstüne oturuyorum. Işıklar kapalı... Ağaç el sallıyor, hafifçe kar yağıyor. Soğuk...

Sana... Soğuk bir rüzgâr taşıdı seni bana.

Athena
20.01.2010