Ormanda
yürüyüş yapar gibi bir halin yoktu. Bir anda önüme çıkmıştın, içi ölmüş bir
çınarın benim göremediğim bir tarafından çıkmış ve tam önümde ağır aksak
adımlarla yürüyordun. Hareketlerindeki mavi hüzün dışında her şey bir çocuğun
üçe kadar sayıp ikiye geri dönmesi gibiydi. Adımlarınla yaprakların düşüşüne ritim
tutuyordun. Bembeyaz elbisenin tülden parçaları uçuşuyor, rüzgâr parfümünün
yanında teninin kokusunu da taşıyordu. Ayaklarını acıttığından olsa gerek,
beyaz rugan ayakkabılarını çıkarıp çıplak ayakla devam ettin yürümeye. Endişeli
bir şekilde – biraz uzaktan da olsa – seni takip etmeme aldırmadan…
Seyrek
ormanın iyice seyrekleşmeye başladığı bir yerde, masallardaki cadı kazanı gibi
kaynayan, üstünden sisi eksik olmayan bir göl vardı ve o göle doğru yürüyordun.
Hareketlerin yoğun bir umursamazlığa bulanmış gibiydi. Göle birkaç
adım kala bir kıvılcım çaktı beynimde. Uzaklardan bir yerden bir karga sesi
duyuldu, gökyüzünden simsiyah bir kuş tüyü kopup saçlarınla buluştu ve sen
acele etmeden göle ilk adımını attın. Sonra ikinci, sonra üçüncü… Sessiz
adımlarla beline kadar suya girdiğinde bile ben açıklıktaki son ağacın yanından
sana bakıyordum. Sen adım attın, sessizlik çığlık oldu.
Boynuna
adar suya batmışken dönüp gülümsedin. Yavaş yavaş eriyip suya karışıyordun. Gök
gürledi, şimşek çaktı gözlerimin önünde. Tanrı bu anı ölümsüzleştirmek için
fotoğrafımızı çekiyordu. Bu sefer öten yanımdaki çürümüş ağacın dalına konmuş
beyaz baykuştu.
Sen
eridin. Gözden kayboldun. Kim bilir kaçıncı kez. Ve kim bilir kaçıncı kez
adımlarım beni seyrek ağaçlı ormanın içinden eve, ilaçlar ve sessizlikle dolu
hayatıma geri taşıdı.
12.10.12
Ankara
No comments:
Post a Comment