Saturday, October 29, 2011

Jelatin'i Ortaçgil'e Bulanmış Bürokratik Öyküler

‘’Büyük kentte,yoksul,yalnız yaşamak, ekmek almak ve şiir yazmak için matbaalarda, kahvelerde çalışıp, ucuz otel girişlerinde uyumaya katlanmak hep beklediğim şeylerdi. Ama beklenmedik olan, hep kitaplarda var olduğunu sandığım  güzelliğe, akla, iyiliğe gerçek hayatta rastlamak oldu.Kitaplardan çıkma ama etiyle kanıyla var olan o güzel insana rastlamanın hayatın ilk ve tek  büyük şansı olduğunun bilinciyle sarsılmak..
Bu,istasyonsuz kasabalarda yıllarca kitaplardan okunan,umarsızca düşlenen bir sevgidir.’’

  Topu taa en baştan Uzuner’e atmamı mazur görün. Biz gol atmak konusunda sizin kadar iddialı değiliz Barcelona’nın bağrından bir dirhem deniz kokusuyla kopup gelmiş sevgili okuyucu. Bu, hayatımıza ''Bu da mı gol değil be?!'' kod adıyla yerleşmiş cümleler, biraz da bizi maçın en heyecanlı anlarında mağlup eden ibne hakemler yüzündendir olsa olsa.
Biz yine de önümüzdeki maçlara bakıyoruz. Önümüzdeki maçlar bize bakıyor mu sorunsalı tartışmaya açık. Tartışıp cevaplar bulmak ise imkan dahilinde. Taşrada büyümüş, martıları filmlerde ve kitaplarda tanımış kızçocukları bunu iyi becerir. Karasal kız diyoruz biz onlara en katıksız sıfatlarımızla.
Başkentin soğuk ve gri betonlarını hüzün lakabıyla çağıran ve bu boğuk atmosferi neden ve nasıl sevdiğini ancak, nemli iklimler onu tanımladığında anlayabilecek olandır, bizim şu karasal kız... İstanbul’un kirli sularına deniz demektense Ankara’nın çekingen yağmurlarına bildiği bütün güzel şarkıları armağan etmeyi tercih ediyor.
 İşte burada devreye Ortaçgil giriyor.
Çünkü bu kız, sokaklarını uslu çocuklara açmış bir kent gibi anne,aynı posta kutusuna değişik zamanlarda da olsa bi’kaç mektup atma düşüne sarılacak gibi kızçocuğudur. Sarıldığı düşleri Asaf şiiriymişçesine-basit ama nasıl büyülü-yaşama hevesine bir ad koyamamanın verdiği tuhaf huzur, ancak Dostoyevski tarafından anlatılabilmiştir oysa. 

‘’Olsun,sen beni anlıyorsun ya…’’
  

-Küçükken cami duvarına mı işemiş n’apmış bu kız da başına böyle bir bela gelmiş, doğrusu anlayamıyoruz. Sen de normal çocuklar gibi kendini pikaçu sanıp pencereden atlasana. Ne demeye kitaplarda tanıdığın kahramanların giysilerini, içine sızdığın bütün lacivert gözlere giydirmeye çalışıyorsun?
Sen de normal evlatlar gibi kışı değil de yazı sevsene. Dondurma istesene.
Oha puanın tutuyor hukuk yazsana.
Hastasın sen.
'Anlaşılmamak en kutsal yalnızlıktır’ kisvesi altında huzurlu musun söylesene?  
Hastalıklarını anlamsız aforizmaların altına gizlemeyi bıraksana. Kimse senin için yıllar öncesinden ' Baudelaire Şiirleri'ni alıp geleceğin güne saklamadı işte .Dondurma parasıyla aldığın kitaplar sana yalan söylüyor işte. Bana bak hey!-

Bizim kıza gelince bütün bunlara rağmen hala bir şeyler karalıyor. Üstelik kahvesi bitmiş. Ortaçgil içiyor. İki şekerli. 

Ortaçgil zaten hep iki şekerli olmuştur. Halbuki çayın şekere karıştığı günün yasını tutmaktan vazgeçsen. Bu filmin soundtrackini Ortaçgil yapar. Para da  istemez belki. Hem belki benim kağıt paran..ha? Kulağa nasıl da hoş geliyor.

Önünde duran kitabı incelediğinde altı çizili bölümlere gözü ilişiyor Karasal'ın. Güz’ü üç hamlede kondurulmuş harflere sırnaşıyor.

''Onu hemen diğerlerinden ayıran-hep dün gece az uyumuş duygusunu veren küçük lacivert gözlerinin ardında ,acıyı paylaşacağına söz veren uzak sözleriyle bir küçük adam. Gitarıyla söyleştiği zaman kendini suda  yeni oyunlar keşfeden bir yavru balık gibi taze, canlı, heyecanlı duyuyor,ama bu duyguyu kimselere anlatamıyor..’’

Karasal kızımız da kar yağdığında terliyor, Ankara’nın sahillerinde yalın ayak geziyor. Kimselere o denizi gösteremiyor gibi bir kız,
çorapsız gezmenin bedelini birilerini ''burada eflatun balıkların oynaştığına'' inandırmaya çalışmakla ödüyor.

Velhasıl,
Kafası hala matematiğe basmıyor bizim kızın. İki eksinin bir artı ettiği soyut alemde, iki mutsuzluğun da bir mutluluk edeceğini biliyor sade.
Bakışlarının, sesinin ulaşamadığı yerlere kelimeleriyle dokunmaya çalışıyor. Bir küçük adamı daha, hüznüne dokunarak seviyor bizim şu karasal kız.
Bütün ucuz romanlarda olduğu gibi, bir şehre baktığında gördüğü, küçük insanların tuhaf öyküleri oluyor. Öyküler kar olup yağıyor bu şehirde, çıplak ayakla yürümediğinizden okuyamıyorsunuz onları. Yanınızdan hızla geçip giden yeşil muşamba ceketli sarışın küskün kızcağızın hikayesi sizi de sıyırıp geçiyor. 

Bu şehirde, poşetler dans ediyor.
      ve siz koşa koşa eve gittiğinizden, görmüyorsunuz onları…

 
-Leyla Ezgi Dinç-

No comments:

Post a Comment