- Yaklaşık bir sene önce kısa süreli vedalaştığım okurlarıma, yeniden kavuşmanın verdiği özlemle, tekrar merhaba.
- Kısa süreli bile olsa yazmayı bırakmak, daha doğrusu yazamamak, inanılmaz derecede can sıkıcı bir süreçti ama bir süredir takımdan ayrı düz koşularla eski formuma geri dönmeye çalışıyorum, gerçi anneannemin yazdığım şiirleri okuduktan sonra verdiği “ne biçim şiir bu böyle, hiçbir şey anlaşılmıyor” tepkisi alışma sürecime ket vursa da, “zeki ama şiirleri hiçbir halta benzemeyen çocuk” imajını yıkmak için elimden geleni ardıma koymayarak, hem akıllı, hem uslu, hem de yazdıkları/çizdikleri “anlaşılabilen” bir adam olacağım, şahitsiniz.
- Hazır “anlaşılmaz şiir” konusuna değinmişken aklımı kurcalayan bir konuyu sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu konuyu yazının giriş bölümünde dillendirmek istemedim zira ortalık bir rahatlasın, yazıdan çoktan vazgeçenler, ben bu satırları yazarken çoktan gitmiş olacak olanlar da bizi baş başa bıraksın istedim. Örneğin anneannem sırf hatırım için yazıyı okumaya başladıysa bile çoktan bırakmış ve atv’yi açmıştır, hatta sıklıkla izlediği izdivaç programının kombine biletlilerinden biri çoktan talibini bulmuştur diye tahmin ediyorum. İklim değişmese de, bi’ Akdeniz olmasa da, o şanslı kişi talibine kavuşmuştur bence.
- Bahsedeceğimi müjdeleyip hala daha bahsedemediğim konuya gelince.. Acaba diyorum, bir Cemal Süreya, efendime söyleyeyim bir Edip Cansever, -edebiyatla da sınırlandırmayıp işe sanat perspektifinden bakarsak eğer- bir David Lynch, eserlerini anneannelerine/babaannelerine gösterdiklerinde nasıl bir geri dönüş alıyorlardı? İşte bu konu tam anlamıyla bir muallak.. “Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı!..” örneklemesini anneannemden sadece ben mi işitiyorum yoksa onlar da benzer atasözlerini vaktinde işittiler mi? Örneğin, Ülkü Tamer’in büyükleri “kendini asmış yüz kiloluk bir zenci” dizesini okurken benim anneannem gibi inceden sırıtmışlar mıdır? Yoksa “bu çocukta kurmay kafası var ama şiirlerinden hiçbir şey anlaşılmıyor” diyerek net bir tavır mı takınmışlardır?.. Uzun lafın kısası, keşke her anneanne/babaanne Barış Manço’nun kliplerindeki gibi olsa. (bkz. “Süper Babaanne”)
- İtiraf ediyorum, bende “sarı yahut pembe puntolu film logosu” alerjisi var. Ne zaman bir sinemada yahut billboard’da pembe yahut sarı puntolu film afişi görsem, o filmi izlememeye yemin ediyorum. Bu afişlerde genellikle üç dört oyuncunun kafaları yanyana dizilmiş oluyor. Sağ baştan sayarsak eğer :
1) Başrol olamamış ama izleyicinin “adam gibi adam” yakıştırmasında bulunacağı tip.
2) Esas oğlan ve “esaslaşamamış adam”ın arasında bir türlü tercih yapamayan, filmin “esas kadın”ı. (Güzel ve alımlıdır, muhtemel ihtimal aşkı tesadüflerde arıyordur ve boş zamanlarında yeşil fincanından kahve içiyordur.)
3) “Esas oğlan”.. Duygusal, bir o kadar zengin ve mütevazi, bazı seyircilere “her zengin böyle olsa” dedirttirecek mağrur adam. Böyle dediğime bakmayın, muhtemelen filmin son yirmi dakikasında “esas kadın”la hedeflediği birlikteliği sağlayacaktır.
4) Filmin düşündürmese de güldüren “komik” tipi ki genelde kel ve gömlekli oluyorlar. Rolleri gereği, -filmi izlerken gözyaşlarına hakim olmayan bayanların eşleri de filmden sıkılmasın diye- yüksek oranda güldürüyorlar.
- Bir de baktım ne göreyim, pembe ve sarının yanına açık maviyi eklemeyi unutmuşum. Unutulmamalıdır ki, bir afişte filmin adı açık mavi puntolarla yazılmışsa, o film sarı ve pembe puntolu hemcinslerinden daha da tehlikeli olabilir.
- Bu haftalık da bu kadar olsun, az ve öz olsun.. Yine yeni yazılarla haftaya görüşmek üzere, saygılar, sevgiler..